Geri Kalmışlığın Teorisi
“Müslümanlar neden geri kaldı” sorusuna yanıt arayanlar, bu kadar büyük bir olayı, nedense bireysel faktörlerle açıklamaya çalışıyorlar. Tarihin her döneminde yaşanan oluşma, gelişme, duraklama ve çöküş süreçleri, tekerrür eden kaçınılmaz sonlardır. Bunu bir-iki tarihi şahsiyetle açıklamak zihin tembelliğinden başka bir şey değildir. Örneğin; Gazalî bir risale yazdı, felsefeyi eleştirdi, Müslümanlar da onu zaman kaybetmeden okudular ve Gazalî’ye hak verdiler. Dolayısıyla Müslümanlar geri kaldı... gibi. Tarihe böyle yaklaşanlara göre Gazalî olmasaydı veya farklı görüşte olsaydı, her şey çok farklı olacaktı...
Bir okul içinde bile olması imkansız koşulları, tüm İslam dünyası ve Müslümanlar için bir olgu gibi tanımlamak, yüzyıllara ve milyonlara sığmayan bu denli büyük olayı açıklayamazlar. Bu görüşte ısrar edenler sadece kendilerini ve niyetlerini birçok açıdan ele vermiş olurlar...
Eski Yunan, Roma ve Batı tarihinde olaylar ve gelişmeler “ekonomik ve sosyal koşullar”la birlikte açıklanırken, nedense söz konusu Doğu toplumları olunca, olaylar ve gelişmeler “zihniyet” problemi olarak ele alınır. Bununla da kalınmaz, bir aktör yaratılır, bu bazen bir sultandır, bazen de dini lider. Belirleyici olan ise ya bir buyruk, ya da fetvadır!
MİTOLOJİK ÇA?IN KOŞULLARI
Ama konu Eski Yunan, Roma ve Batı’ya gelince.. İnsana ve tarihe yaklaşım değişir. Her şey biraz daha aklileşir ve anlaşılabilir hale gelir. Aktörler ve fetvalar, yerini ekonomik ve sosyal olgulara bırakır. Örneğin, küçük toprak sahipleri olur, birileri bunları faizle borçlandırır, ödeme güçlüğü çekildiğinde ise eski borçlar, yeni borçlarla ama daha ağır koşullarla ertelenir, zaman geçtikçe borçlar ödenemez hale gelir ve toprağa el konur. Borç fazla ise alacaklıya köle olunur. Bir süre sonra küçük toprak sahiplerinin mülkleri, küçük bir azınlığın eline geçer ve büyük toprak sahipleri sınıfı oluşur…
Bol miktarda toprak ve köle sahibi olan toprak aristokrasisi, eğlenmek için şatolarında fanteziler kurarlar. Sıkıntı hat safhaya çıkar. Çünkü yapacak işleri kalmaz; her şeyi yapan fazlası ile köleleri vardır. İnsan avına çıkılır, korsanlık yapılır, olmadık savaşlar çıkarılır… Sıkıntı eksik olmaz, o daimdir...
Ama ozanların yerini alacak kimse yoktur. Çünkü aristokrasi akıl dışı fanteziler yanında, aynı zamanda hikaye meraklısıdırlar. Mitolojinin her türlüsünü ödüllendirirler. Şatolarda dalkavukluğun sınırı yoktur. Mitolojik öyküler müzik eşliğinde şiirsel bir dille sunulur. Dünyanın birçok yerinden toplanan değişik konulu öyküler, masallar, destanlar, kurgular, Yunanlı gezgin ozanlar tarafından şato ortamında dalkavukluğun sınır tanımaz becerileri ve sanatın etkileyici dili ile bütünleşince aristokratik ailelerin her biri, ayrı bir “yarıtanrı” olur.
Ozanlar, birbirleri ile kavgalı, yenen ve yenilen yarıtanrı kahramanlarını imalı dille aristokrasiden seçerler.. Ödülü bol hikayeler zengin toprak sahiplerinin kibirli gururlarını okşarken, ozanlara da bol kazanç sağlar..
FELSEFÎ AKLIN KOŞULLARI
Eski Yunan sitelerinde yaşam toprak sahipleri ve kölelerin uğraşından ibaret olduğu söylenemez. Tüccarlar da vardır. Dünyanın her yerinden, ulaşabildikleri pazarlardan aristokrasiye satacakları bir şeyler ararlar, bu arada alınıp satılacak birçok ürün tanırlar, bir kısmını sitelerde, bir kısmını da gidip geldikleri ülkelerde ve pazarlarda satarlar. Böylece geç fark edilen bir zenginleşme, hızla büyümeye ve etkinleşmeye başlar.
Büyüyen servetlerinin bir kısmını, büyük toprak sahiplerine borç veren tüccarlar, diğer kısmı ile de ticaretlerini yapmaya ve daha da güçlenmeye devam ederler. Üç beş kuşak önce küçük toprak sahiplerini faizli borçlarla yoksullaştıran büyük toprak sahipleri, rehavet yıllarında, bir çok neden sıralanabilir ama önemli değil, aynı yöntemle, bu defa kendileri tüccarlara borçlanır hale gelirler.. Çok geçmez, tüccarların içinden bir kısım zengin, sadece tefecilikle, para ticaretiyle bu insanları sömürmeye başlar. Borçlar ve faizler artınca, toprak aristokrasisi alıştıkları aşırı israftan vazgeçemezler, daha çok borçlanırlar.. Ödeme güçlüğüne düşünce de kölelerine yüklenirler, onları daha çok çalıştırmak isterler ki, borçlarını ödeyebilsinler. Fakat bu da mümkün olmaz; çünkü doğada faizi ödeyecek bir yasa yoktur, sıra mülkiyetlerin el değiştirmesine gelir.. Fakat bu da kolay olmaz. Bu aşamada aristokrasi kabalaşır; güç kullanmaya yeltenir..
Zamanı gelmiştir.. Neyin zamanı derseniz hürriyet, eşitlik, adalet, demokrasi… gibi sloganların zamanı gelmiştir. Kölelerin de buna çok ihtiyacı vardır! Bankerler zor koşullarda çalıştırılan umutları tükenme noktasındaki büyük köle kalabalıklarını bu sloganlarla efendilerine karşı kışkırtırlar.. Ne olursa ondan sonra olur.. İktidar el değiştirir.. Kölelerin toprak sahiplerine olan borçları affedilir; bankerlerin alacakları ise bakidir.
Toprak aristokrasisi gider, yerine, tüm zenginliğin sahibi tüccarlar ve az sayıdaki bankerler gelir. Kölelik ise yurttaşlıkla yer değiştirir; fakat, çalışma koşulları fazla değişmez. Demokrasi halk çalışırken işletilir, dolayısı ile oy kullanan yine bir azınlıktır… Hürriyet, eşitlik, adalet, demokrasi… gelmiştir, efendiler değişmiş, halkın durumu ise değişmemiştir. Toprak aristokrasisi gitmiş, ticaret ve sermaye burjuvazisi gelmiştir.
Eski Yunan’da mitolojinin yerini felsefenin almasına gelince.. Toprağa bağlı yaşamın efendi ve köleleri sevgilerinde ve zulümlerinde duygusaldırlar; rasyonaliteden ve pragmatizmden, hoşgörü, geniş kültür ve görgüden ise yoksundurlar.
Oysa tüccarlar böyle değildir. Özellikle uluslar arası ticaret yapanlar hiç değildir. Yaşadıkları toplumdan oldukça farlı koşullarda, çok ilginç mal ve hizmet çeşitleriyle karşılaşırlar.. Ayrıca birbirinden ilginç bilgi, din, sanat, felsefe ve yönetim biçimleriyle tanışırlar.. Mesleki alışkanlıklarının bir gereği olmalı ki, rasyonelliği ve pragmatizmi reflekse dönüştüren bu insanlar, mal alım satımı ile servetlerine servet katarken, bilgi birikimi oluşturmayı da ihmal etmezler.
Tüccarların ve bankerlerin etkinliği ile beraber toprak sahiplerinin ödüllendirdiği mitolojik ve akıl dışı olağanüstülüklerin sunulduğu sanatlar, yavaş yavaş etkinliğini yitirirken, yeni bir uğraş popülerleşmeye başlar. O da felsefedir.
İyonya’da tüccarların başlattığı felsefe, çok geçmeden Yunan sitelerine de yayılır ve geniş bir çevrenin yoğun bir ilgisi ile karşılaşır. Mitoloji, toprak köylülerinin ve kölelerinin ilgisini bir süre daha çekerken, ticaretin etkisi arttıkça felsefe çok daha geniş bir alanda tartışılmaya başlar.
Mitoloji toprağın ve duygusallığın; felsefe ise rasyonelliğin ve ticaretin türevi olarak tarihe geçer.
İSLAM UYGARLI?I’NIN OLUŞUMU
İslam Uygarlığı’nı oluşturan temel öğe, Arap Yarımadası’nın ekonomik ve sosyal yapısındaki büyük değişimde aranmalıdır. Yarımada’da yaşayanlar yüzyıllarca çok yakınlarında oluşan Mezopotamya, Mısır, İbrani, Yunan, Roma gibi uygarlıklarla bazen çok yakın, bazen de teğet ilişkiler kurmuşlar; fakat, İslam’a kadar yeni bir sentez yaratacak gelişme gösterememişlerdir.
Davut Peygambere kadar daha az ticaret, daha çok tarım hayvancılık yapan Araplar, Davut Peygamberin aracılığı ile Fenikeli tüccarlarla işbirliği yaparak o zamanların dünya ticaret sistemine entegre olmuşlardır. Bu tarihler yaklaşık M.Ö. 1.000 - 950 yıllarıdır.
Tarihsel dönemleri genel olarak ele alırsak Arapların ticaretle iştigallerini üç döneme ayırabiliriz:
-Birincisi Tevrat’ın da belirttiği gibi Yusuf(AS)’dan önce başlamış olan Arabistan – Hindistan ve Arabistan - Mısır ticaretidir ki buna kısmen Mısır’ın tedarikçiliği gözüyle bakabiliriz.
-İkinci aşama Arabistan - Fenike ticaret antlaşmasıdır. Bu antlaşma ile Araplar dünya ticaret sistemine katılmışlardır.
-Üçüncü aşama ise Roma’nın Ortadoğu’ya egemen olduğu dönemdir ki, bu dönemde Araplar, herhangi bir ortağa veya yol göstericiye gerek duymadan, geniş bir coğrafyadan Yarımada’nın ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri ticareti kendileri yapabilmişleridir.
Bu kısa ayrımlara göre bir tahminde bulunursak Araplar, Muhammed(AS)’e gelinceye kadar dünya ekonomisi içinde yaklaşık 2000 yıllık bir ticaret tecrübesi kazanmış olduklarını söyleyebiliriz.
Tarım ve hayvancılık ekonomisi devam ederken ticaretin gelişmesi Arap karakterinde bir farklılık yaratmıştır. Duygusal düşüncenin rasyonel ve pragmatik bir karakterle sentezlenmesi Yarımada’da yeni bir kimlik oluşturmuştur.
İlk Müslümanların gördüğü tepkiyi anlatan tarih yazımlarında abartı var mıdır, sorusunu başka bir yazıda tartışmak daha yerinde olur. Ama Muhammed(AS)’in başlangıçta gördüğü tepkinin kısa bir süre sonra radikal bir benimseme ile sonuçlanması, yine bir tüccar karakteri ile açıklanabilir. Kısaca söylemek gerekirse, ilk Müslümanların ve yayıcı önderlerin çoğunun tüccar olması, tarihin en önemli olaylarından biridir.
Muhammed(AS)’in de iyi bir tüccar olduğu düşünülürse, Kur’an dışındaki İslam’a ilişkin tüm değerler, onu yorumlayan ve yaşama aktaran insanların ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel alışkanlıklarının etkisi ile oluşmuştur. Çünkü Kur’an her zeka, bilgi ve gelişmişlik düzeyine hitap eden ve her düzeydeki insana yaşamını düzenleyebilecek doğrular sunabilen ilahi bir kitaptır. Bu sanıldığı gibi bir inanç önermesi değildir; aksine İslam Uygarlığı bu tezin en açık kanıtıdır.
İslam Uygarlığı, Arap Yarımadası’nın ekonomik ve sosyal yapısında doğmuş, zamanla üç kıtanın bütün birikimleri ile sentezlenerek olgunlaşmıştır. Uygarlığı oluşturan bütün kurumlarda, eski uygarlık kalıntılarının her birinden izler bulmak mümkündür; fakat, hiçbiri olduğu gibi alınmamıştır, bunların hepsine yeni sentezin damgası egemendir.
İslam’ın Arap Yarımadası dışına taşmasında, askeri başarıların önemi fazlası ile öne çıkarılmaktadır ki, bu doğru değildir. İslam tarihi iyi okunduğunda görülecektir ki, İslam’ı üç kıtaya yayan gerçekte Müslüman tüccarlardır[1][1]. Daha önemlisi ilk dönem İslam alimleri de tüccardır. Hem ticaret yapan hem de bilgi toplayan Müslüman tüccarlar, aynı zamanda örnek yaşamları ile de İslam’ın hızla yayılmasına öncülük yapmışlardır.
Müslüman tüccarların İslam’ı yayma başarısı iktisat tarihi açısından ele alınmadığından, bu olayların önemi tam olarak kavranamamıştır. Askerin gitmediği topraklarda, yeni bir din yayan bu insanlar, İslam Dini’ni sevgi dini şeklinde değil; o insanları temelden değiştiren inançlar ve kurallar bütünü olarak tanıtmışlardır.
Müslüman tüccarın diğer tüccardan farkına gelince.. İslam Dini ticaretin fazlası ile yararlandığı faizi, İslam’ın 21 veya 22. yılında yasaklamıştır. Bu yasak, Müslüman tüccarı dünyadaki benzerlerinden çok farklı kılmıştır. Yani faizsiz ve sömürüsüz ticaret, üç kıta için yeni bir olgu olduğundan, ticaret değişen ve değiştiren ve aynı zamanda da İslam Uygarlığını oluşturan ana faktör olmuştur.
İSLAM SANAYİ DEVRİMİ OLDU MU?
Müslümanlar din, kültür ve uygarlık ayrımı yapmadan ulaşabildikleri her türlü bilgiyi anlamaya çalıştılar. Sonra Kur’an açısından kritik ettiler, ilgilerini çeken konularda yenilikler yaparak geliştirdiler. Bu genel açıklama içerisinde fen bilimleri ve felsefeyi biraz daha öne çıkardıklarını söyleyemeyiz.
Felsefe teorik ve rasyonel bir çabadır, halka indirgenmesi veya günlük yaşama aktarılması zordur. Ama fen bilimleri böyle değildir. Örneğin, tıp ve eczacılık, o günlerde deney ve gözlemin, araştırmaların önemli konularından olmasına rağmen Müslümanlar, Batı’da olduğu gibi doğaya ve insana bakışlarını yansıttıkları bir teknolojiyi geliştiremediler; neden[2][2]?
Teknoloji için gerekli matematik ve fen bilimler şaşırtıcı bir gelişme göstermesine rağmen teşvik tıp, eczacılık ve ibadetlerin periyodik takvimini belirlemekte kullanılan astronomi gibi alanlarda yapıldı. Bakırın altına dönüştürülmesi çalışmaları ise dolaylı olarak kimyayı geliştirdi.
Oysa teknoloji dediğimiz olgu, yaşamı kolaylaştırmaya dönük pazarlanabilen bir üründür. Dünyanın her döneminde insanlar tasarı düzeyinde teknolojiyi düşünmüşlerdir ama onu uygulayacak finansmanı bulmak her araştırmacıya nasip olmamıştır. Bulanların bir kısmı araştırma düzeyinde başarısız olmuş, bir kısmı da ürettikleri teknolojiyi satacak pazar bulamamıştır.
İslamiyet, gümrük vergilerini bile devletin asli gelir kaynakları arasına almadığı için ticaret; faiz yasağı ve sermaye vergisi dışında herhangi bir engelle karşılaşmamıştır. İktisat tarihine bakıldığında tarihte ticaretin bu kadar serbest olduğu bir dönem görülmemiştir. Buna rağmen toprakları ele geçirip köylüleri köleleştirecek, sultanları borçlandıracak, savaşları finanse edecek ve rejimleri değiştirecek bir zengin sınıfı oluşamamıştır. Çünkü faiz yasağı ve sermaye vergisi hiçbir tüccarı Eski Yunan’da, Roma’da ve Batı’da olduğu gibi otorite yapamamıştır. Dolayısıyla pazarlanabilecek endüstriyel ürün tasarımına ve denemelerine ciddi finans desteği sağlayacak zenginler yetişememiştir.
Batı’da olduğu gibi siyasi otorite ile tüccarlar arasında ciddi sorunlar yaşansaydı, en etkin oldukları başlangıç dönemlerinde siyasilere karşı bir güç oluşturmaya çalışırlardı. Oysa gelişmeler bu yönde olmadı, siyasiler o günün koşullarında dünyanın en düşük vergilerini alıyorlardı ki, bu da tüccarlar için bir avantajdı.
Bir başka açıdan şunu da söyleyebiliriz, ticaretin önünde yani daha kârlı ticaret yapamamanın önünde siyasi veya toplumsal bir engel yoktu. Zaman zaman uygulanan gümrük vergilerinin oranı ise %10’u geçmiyordu. O da her ülkeye uygulanmıyordu.
Eğer tüccarlar gelişmelerinin önünde faiz yasağı dışında bir engelle karşılaşmış olsalardı, mutlaka aralarında bir örgütlenme, dayanışma, engelleri aşıcı stratejik güçler oluşturma yarışına girerlerdi. Bu olmayınca geriye bir tek şık kalıyordu: Bilim adamının merakını finanse edecek bilim düşkünü tüccarları bulmaktı.
Abbasiler döneminde sarayın bilimsel faaliyetleri finanse etme ve görüşler arasında taraf olma günlerine gelindiğinde, gerçekte henüz teknolojiyi yaratacak ilmi birikim tam olarak oluşmamıştı. Bu koşullarda teknolojik bir devrim yaşanabilir miydi diye bir soru yöneltiliyorsa buna kolaylıkla “Evet!” diyemeyiz. Çünkü teknolojiyi doğuracak ilmi araştırmalar ve buluşlar devam ediyordu ama yeterli olgunluğa ulaşamamıştı. Bir, belki de iki yüz yıl daha beklemek gerekiyordu ama ne yazık ki, siyasilerin bilimsel araştırmalara müdahil olması gelişmelerin yönünü değiştirdi.
Müslüman orduların fethettikleri topraklar kontrol edilemez kadar genişti. Çünkü bu geniş coğrafya tek bir siyasi irade tarafından yönetilmeye çalışılıyordu. Sarayın vergi ve ganimet gelirleri çok fazlaydı. Bu nedenle fetih ve ganimet arzusu zayıflamaktaydı. Siyasi mücadeleler de zayıflamıştı. İslam’ın yarattığı ekonomik, sosyal, siyasal, dini ve bilimsel çabaların yarattığı refahın nasıl bir gelişme göstereceğini tasavvur ederken, bir sultanın can sıkıntısını nasıl gidereceğini de düşünmek gerek.
Acaba saray, bilimsel etkinliklere katılmaya iki yüzyıl sonra katılsaydı yani ticaretin finanse ettiği çalışmalar biraz daha devam etseydi sonuç faklı olur muydu, sorusu ne yazık ki sorulamamaktadır.
İslam tarihinin ilk döneminde ticaretin ve tüccarın belirleyici ve yönlendirici etkisi, bir süre sonra yerini saraya bırakmıştır. Siyasi mücadelelerin kısmen zayıfladığı Abbasiler döneminde saray dinî, felsefî ve bilimsel tartışmalara ilgi göstermiş, finanse etmiş, bir süre sonra da tartışmalarda taraf olmuştur. Tüccarın liberal, rekabetçi, tutumlu, rasyonel ve pragmatik karakterinin yerini; istikrarcı, otoriter, müsrif, duygusal ve kaba bir karaktere bırakmıştır. İlk dönem ilim adamlarının uzak durmaya çalıştığı bu karakter, zamanla topluma ve uygarlığa egemen olmaya başlamıştır.
DURAKLAMA TEORİLERİ VE GAZALÎ FAKTÖRÜ
İslam Uygarlığı’nın doğuş dönemlerinde Müslümanlar farklı düşünceleri büyük bir açlıkla benimseyebiliyorlardı. Çünkü karşılaştıkları her yeniliği sentezleyecek yöntemleri vardı. Fakat 11. yüzyıla gelindiğinde paradigma doyma noktasına ulaşmıştı. Sorun yeni yöntemin yaratılamamasıydı ama çok geç anlaşıldı.
Büyük bir bilgi birikimi vardı; fakat sonuçlar bildik çıkıyordu. Başlangıçta bilgiye duyulan aşırı açlık, sonraları tokluğa dönüştü. Felsefenin gereksiz görülmesi veya “faydasız ilimden Allah’a sığınırım” sözleri bu dönemde yaygınlaştı.
İşte Gazalî de bu dönemin insanıdır. Yani “faydasız ilimden Allah’a sığınırım” sözünün kabul gördüğü bir dönemin hem de yenilikçi bir alimidir. O’nun hakkında söylenenlerin çoğu, gerçeği yansıtmaz. Çünkü Gazalî muhafazakarlıkla suçlanmıştır ki, bu doğru değildir.
Gazalî, ilimlerde duraklamanın olduğunu ve sorunun yöntemden kaynaklandığını görmüş ve bunu “el-Mustasfâ” adlı yönteme ilişkin kitabında geniş bir şekilde anlatmış ve bazı çözümler de göstermiştir. Özellikle içtihadın, yani yeni çözümler için araştırma yapmanın ve yaratıcı görüşlere ulaşmanın kolay olduğunu anlatan özel bölümler yazmıştır. Gazalî “el-Mustasfâ”da ortaya koyduğu yöntemi izleyerek yenilik yapmayı kendisi de denemiş; fakat, başaramamıştır. Çünkü kurmaya çalıştığı yöntem yeni değildi, elde ettiği sonuçlar da bildik türdendi.
Eğer Gazalî sanıldığı gibi tüm İslam dünyasını yüzyıllar boyu etkileyen bir otorite olsaydı İslam felsefesinin veya uygarlığının duraklamasını Gazalî bağlamında tartışabilirdik. Oysa böyle bir durum söz konusu değildir. Gazalî kendi çağında ve sonraki yüzyıllarda Peygamber gibi referans alınan bir kişi olmadığına göre, eleştirel görüşleriyle felsefesinin gelişmesini önleyemezdi.
Kurumsal etkiler kişisel faktörlerden daha etkilidir. Bu nedenle İslam tarihinde yaşananların ekonomik, sosyal ve kurumsal açıklamaları daha önemlidir. Olayların bazen aktörlerle açıklanmaya çalışılması bu tezi yanlışlamaz. Örneğin, İskender’in Doğu Seferinin, Yunan toplumunun içini boşalttığını, enerjisini tükettiğini ve uygarlığın duraklama ve gerilemesinin ana nedeni olduğunu söyleyebiliriz. İskender bir aktördür, bunu inkar edemeyiz ama bu seferi gerekli kılan koşulların İskender’in iradesi kadar ekonomik, sosyal ve siyasal nedenleri de vardır.
Gazalî faktörü de böyledir. Eski Yunan Uygarlığı, siyaset kurumunun etkinleşmesi ile duraklama ve gerileme dönemine girmiş, Hıristiyanlıkla da çökmüştür. İslam Uygarlığı da siyaset kurumunun etkinleşmesi ile duraklamış ve gerileme dönemine girmiştir; Batı Uygarlığının yayılmasıyla da çökmüştür.
Gazalî, bu duraklama döneminde üzerinde çok konuşulan bir şahsiyettir. Felsefeye karşı takındığı eleştirel tutum, felsefenin gözden düşmesine neden olduğu söyleniyorsa, bu doğru değildir. Ama Gazalî’nin kurumsallaştırdığı bir yanlış vardır ki, o da gündeme gelmiyor:
Siyasal mücadelelerin bilimsel çalışmaları zedeleyeceği gerçeği, sahabeler döneminde açıkça görüldüğünden ilim adamları olabildiğince saraydan ve onun uzantısı kurumlardan uzak durmaya çalışmıştır. Abbasiler döneminde başlayan siyaset - bilim yakınlaşması, bir süre sonra bilimin aleyhine işlemeye başlamıştır. Çünkü Abbasi halifeleri, hem bilimi desteklediler, hem de tartışmalarda taraf oldular. Bu da alimleri rahatsız etmiştir.
Nizamiye Medreseleri siyasal iktidar tarafında kurulmuş ve finanse edilmiştir. Gazalî, Nizamiye Medreseleri’ne hoca bulmakta zorluk çeken iktidarın görev teklifini kabul ederek kurumsal anlamda bilimin, siyasetin emrine girmesini onaylamış oluyordu. Bu görevi kabul ettiği için de dönemin ilim çevrelerinden tepki görmüştür.
“Bunda ne var ki!” denebilir. Doğru, ne olabilir ki! Bu tepki bile, maaşla çalışan akademisyenlerin konuyu anlayamayacaklarını yeteri kadar göstermektedir. Hele Kemal Gürüz’ün anlaması ise hiç mümkün değildir.
Özet olarak şunları söyleyebiliriz ki, İslam Uygarlığı’nın yapısında birçok kültürün ve eski uygarlığın izlerini bulmak mümkündür; fakat, İslam Uygarlığı hiçbirinin aynısı ve tekrarı değildir. İslam Uygarlığı yeni bir sentezdir. Mezopotamya, İbrani ve Hıristiyan Roma uygarlık geleneğinin devamıdır. Bununla beraber Mısır, Hint, Eski Yunan ve Pagan Roma uygarlıklarından etkilenmiştir. Bu etkiler bilimin ve felsefenin bütün alanlarında görülebilir. Fakat hiçbir bilim, alındığı gibi kalmamıştır, hepsi mutlaka bir gelişme göstermiştir. Zaten uygarlığı oluşturan temel neden de bu yeniliklerdir.
Öyle değil mi?
[3][1] Hatta Sa’d b. Ebi Vakkas gibi savaşların başarılı komutanları bile iyi bir tüccardır. Bu nedenle savaştaki başarılarda bile tüccar tavrın, yani rasyonel ve pragmatik karakterin rolü unutulmamalıdır.
© 2006 Muvazene.com Tüm Hakları Saklıdır.
Muvazene
Design
By Mavi Yazılım
Şuan sitede 2 ziyaretçi var.